bize hep sölerler depresyonda falan dine sarıln bu dünya geçici intihar etmeyin dua edin namaz kıln geçer die.ama geçen bi yazı okudum dindar insanlar hayatlarını çeşitli kısıtlamalarla yaşadıları için bunlara uymak zorunda hissettkleri için daha büyük sıkıntılara girip psikolojileri bozuluomş.sizce dindar olmak dine sarılmak ruhsal hastalıklardan koruyablr mi? yoksa aksine hastalığı daha da artırablr mi?
o yazıyı burda da paylaşıorm:
Dindar İnsanın Psikoloğ'a İhtiyacı Var Mı?
Halk arasından "İnançlı bir insanın psikoloğa ihtiyacı yoktur." diye çok yaygın bir düşünce bulunmakta ve bu nedenle psikoloğa gidiyor olmak, psikolojik danışma hizmeti almak istemek "deli doktoruna" gitmek olarak alaycı ve aşağılayıcılıkla karşılanmaktadır. Peki gerçekten durum böyle mi? İnanan bir insanın psikolojik dengesi bozulmaz mı? Maalesef, İslam topluluklarında genel yaygın bir kanaat ile psikoloji bilimi aşağılanmış, hafife alınmış, psikolojik sorunlar yaşıyor olmayı inançsızlıkla eşit tutulmak gibi büyük bir gaflet içine düşülmüştür. Halbuki inanan insan da insandır ve inanan insanın da bazen ruhunun kaldıramayacağı derecede bunalımlar yaşadığı olur. Ve hatta daha da ötesi, inanan insanın problemleri inançsız bir insanın problemlerinden daha çok olabilir.
İnanan insan belli kurallar içinde yaşamaya and içmiştir. Ve bir ömür boyu o kurallarla yaşamak, çizgi dışına çıkmamak için ciddi gayret sarf eder. Hiç beklemediği bir anda çok güvendiği bir arkadaşından ihanete uğrar ama kin tutmamak için kendini, nefsini, egosunu yenmek için çabalar... Etrafındakiler yalan ile iş görmeyi bir yetenek haline getirmiştir ama o yalana bulaşmamaya yeminlidir. Oturup kalktıkları kişiler gece alemde, gündüz stres atmak için denizdedir, inanan insan yanılıp da bir kahkaha atsa, ardından "estağfirullah" diyerek hep hüzün halini korumaya çalışır... Ve inanan insan koca bir ömrünü dünyadan gam almak için değil bir bilinmeyeni ve bir "gayb"ı beklemekle geçirir...
İşte bu nedenledir ki, inançlı insanın tarifinde "kabz" ve "bast" halinden bahsedilir. Yani bazen öyle neşeli ve öyle coşkuludur ki, sanki cennetin kapıları açılmış ve cennet kokularını solukluyor gibi coşkuludur... Ve bazen de sanki ruhunda cehennem zebanileri canını daha dünyada iken alıyor gibi bunalımlıdır...
Bütün bunların yanı sıra birtakım psikolojik rahatsızlıklar vardır ki (şizofreni gibi) genetik olarak nesilden nesle aktarılır. Yaşanmış bir travmanın insan beyninde oluşturduğu kimyasal tahribatın da inanç ya da inançsızlıkla uzaktan yakından ilgisi yoktur.
Daha da ötesinde, yaşanmış birtakım acı olaylar, sadece yaşandığı ile kalmaz, beyinde birtakım tahribatlara yol açabilir. Örneğin bir anne yolda yürürken, elinden tuttuğu çocuğuna birden bir araba çarptığını görse ve kanlar içinde ölümünün şahitliğini yaşamış olsa, böylesi bir annenin sırf inanıyor olmasından dolayı ertesi gün her şeyin yolunda gitmesini beklemek insan tabiatına aykırıdır.
ESKİDEN manevi önderler vardı
İşte bu gerçeğin çok ciddiye alınması ile İslam toplumları kendi dönemlerinde psikolojiyi hiç de hafife almamış, bir inanan insanın ruhunda yaşadığı bunca gel-gitlere tarikat önderleri, şeyhler, dedeler gibi toplum önderleri sahip çıkmış ve bugünkü psikolojinin temel uğraş sahası ile bizzat kendileri meşgul olmuşlardır. Böylece hem insanların dertlerine derman olmak için ciddi fedakarlıklarda bulunmuşlar ve hem de derman arayan insanlara iman telkin etmişlerdi.
Bu açıdan değerlendirildiğinde, gerek Osmanlı'da ve gerek diğer Müslüman ülkelerde ciddi psikolojik sorunların yaşanmamasının nedeni insanların o dönemde daha inançlı olmasından değil, aksine bizzat o dönemde insan ruhu ile ilgilenen, insanı ciddiye alan doğal psikologların, manevi önderlerin görev yapıyor olmasından kaynaklanıyor.
Günümüzde "psikolog misikolog nedir, eskiden böyle bir şey mi vardı?" diye psikoloji bilimi ve onunla birlikte insan ruhunun hafife alınması ciddi bir bilgisizlik ve talihsizliktir. Maalesef, yirmi birinci yüzyılda Müslüman ülkeler psikoloji biliminde ilerleme kaydedememiş, teoriler geliştirememiş, insan ruhunun yaşayacağı sorunları görmezden gelerek ve hatta psikolojik sorun yaşamayı ciddi bir imani zafiyet olarak görerek hata yapmıştır.
ADEM GÜNEŞ UZMAN PEDAGOG
o yazıyı burda da paylaşıorm:
Dindar İnsanın Psikoloğ'a İhtiyacı Var Mı?
Halk arasından "İnançlı bir insanın psikoloğa ihtiyacı yoktur." diye çok yaygın bir düşünce bulunmakta ve bu nedenle psikoloğa gidiyor olmak, psikolojik danışma hizmeti almak istemek "deli doktoruna" gitmek olarak alaycı ve aşağılayıcılıkla karşılanmaktadır. Peki gerçekten durum böyle mi? İnanan bir insanın psikolojik dengesi bozulmaz mı? Maalesef, İslam topluluklarında genel yaygın bir kanaat ile psikoloji bilimi aşağılanmış, hafife alınmış, psikolojik sorunlar yaşıyor olmayı inançsızlıkla eşit tutulmak gibi büyük bir gaflet içine düşülmüştür. Halbuki inanan insan da insandır ve inanan insanın da bazen ruhunun kaldıramayacağı derecede bunalımlar yaşadığı olur. Ve hatta daha da ötesi, inanan insanın problemleri inançsız bir insanın problemlerinden daha çok olabilir.
İnanan insan belli kurallar içinde yaşamaya and içmiştir. Ve bir ömür boyu o kurallarla yaşamak, çizgi dışına çıkmamak için ciddi gayret sarf eder. Hiç beklemediği bir anda çok güvendiği bir arkadaşından ihanete uğrar ama kin tutmamak için kendini, nefsini, egosunu yenmek için çabalar... Etrafındakiler yalan ile iş görmeyi bir yetenek haline getirmiştir ama o yalana bulaşmamaya yeminlidir. Oturup kalktıkları kişiler gece alemde, gündüz stres atmak için denizdedir, inanan insan yanılıp da bir kahkaha atsa, ardından "estağfirullah" diyerek hep hüzün halini korumaya çalışır... Ve inanan insan koca bir ömrünü dünyadan gam almak için değil bir bilinmeyeni ve bir "gayb"ı beklemekle geçirir...
İşte bu nedenledir ki, inançlı insanın tarifinde "kabz" ve "bast" halinden bahsedilir. Yani bazen öyle neşeli ve öyle coşkuludur ki, sanki cennetin kapıları açılmış ve cennet kokularını solukluyor gibi coşkuludur... Ve bazen de sanki ruhunda cehennem zebanileri canını daha dünyada iken alıyor gibi bunalımlıdır...
Bütün bunların yanı sıra birtakım psikolojik rahatsızlıklar vardır ki (şizofreni gibi) genetik olarak nesilden nesle aktarılır. Yaşanmış bir travmanın insan beyninde oluşturduğu kimyasal tahribatın da inanç ya da inançsızlıkla uzaktan yakından ilgisi yoktur.
Daha da ötesinde, yaşanmış birtakım acı olaylar, sadece yaşandığı ile kalmaz, beyinde birtakım tahribatlara yol açabilir. Örneğin bir anne yolda yürürken, elinden tuttuğu çocuğuna birden bir araba çarptığını görse ve kanlar içinde ölümünün şahitliğini yaşamış olsa, böylesi bir annenin sırf inanıyor olmasından dolayı ertesi gün her şeyin yolunda gitmesini beklemek insan tabiatına aykırıdır.
ESKİDEN manevi önderler vardı
İşte bu gerçeğin çok ciddiye alınması ile İslam toplumları kendi dönemlerinde psikolojiyi hiç de hafife almamış, bir inanan insanın ruhunda yaşadığı bunca gel-gitlere tarikat önderleri, şeyhler, dedeler gibi toplum önderleri sahip çıkmış ve bugünkü psikolojinin temel uğraş sahası ile bizzat kendileri meşgul olmuşlardır. Böylece hem insanların dertlerine derman olmak için ciddi fedakarlıklarda bulunmuşlar ve hem de derman arayan insanlara iman telkin etmişlerdi.
Bu açıdan değerlendirildiğinde, gerek Osmanlı'da ve gerek diğer Müslüman ülkelerde ciddi psikolojik sorunların yaşanmamasının nedeni insanların o dönemde daha inançlı olmasından değil, aksine bizzat o dönemde insan ruhu ile ilgilenen, insanı ciddiye alan doğal psikologların, manevi önderlerin görev yapıyor olmasından kaynaklanıyor.
Günümüzde "psikolog misikolog nedir, eskiden böyle bir şey mi vardı?" diye psikoloji bilimi ve onunla birlikte insan ruhunun hafife alınması ciddi bir bilgisizlik ve talihsizliktir. Maalesef, yirmi birinci yüzyılda Müslüman ülkeler psikoloji biliminde ilerleme kaydedememiş, teoriler geliştirememiş, insan ruhunun yaşayacağı sorunları görmezden gelerek ve hatta psikolojik sorun yaşamayı ciddi bir imani zafiyet olarak görerek hata yapmıştır.
ADEM GÜNEŞ UZMAN PEDAGOG
Yorum